Kategoriler
Köşe Yazılarım

Bu sefer okunmasın diye yazdım

Hayatın en hüzünlü anı,

Mevsimine kapıldığın hekimliğin,

Polikliniğinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır,

Bırak gitsin, bırak git…

xxx

Bırakıp gidelim mi? Kalalım mı yoksa?

Bilmiyoruz, bilemiyoruz ne yapalım.

Hergün değişen şartlar, kanunlar, yönetmelikler, genelgeler…

Tam da hekim olunacak zamanı bulmuşuz bence.

Artık bizden iyi yönetmelik okuyan yok memlekette.

Kategoriler
Köşe Yazılarım

Bize yazık değil mi?

Bıktık dersem çok olmaz.

İzmir büyük bir şantiye, hepimiz bu konuda hemfikiriz. Öyle büyük bir şantiye ki ayağımız tozdan topraktan kurtulmuyor bir türlü.

Diğer şantiyelerden ise şöyle bir farkı var.

Neyin ne zaman biteceği belli değil. Biri dese 15.ayın 20’si diye; ona bile inanabiliriz.

Bize yazık değil mi?

xxx

Hakkımız değil miydi, metroya binip her yere gönlümüzce tertemiz seyahat etmek?

Hakkımız değil miydi, körfezde vızır vızır işleyen vapurlardan, martılara gevrek vermek?

Hakkımızdı tabi…

Değil diyenin alnını karışlarım.

Bahaneler vatandaşı hiç ilgilendirmiyor. Hem de hiç!

Yapacak olan yapar. İş bilenin kılıç kuşananın demişler.

Durumu siyasi dengelere bağlayanlara vatandaş şunu soruyor;

Hükümette de iktidar da aynıydı bir zamanlar bu kentte.

O zaman niye bitmedi? Niye gerçekleştirilemedi.

Demek ki esas olan niyet.

Esas sorun köhneleşmiş zihniyet.

Şahsen ben yoruldum bu şehirden. Kızı deniz, sokakları hem kız hem deniz kokan kentten.

Ama artık toprak kokuyor sokaklar. Balçık kaplıyor her yerimizi.

Toplu taşıma yetersiz kalınca da özel araçlara yükleniyor millet.

Park edecek yer bulamıyoruz otomobillerimizi.

Dön dolaş geziyoruz sürekli, boşa benzin harcıyoruz.

Semt otoparkları istiyoruz bu şehre.

Ancak, Bornova’daki gibi fiyatı pahalı içi boş değil.

Harbiden ekonomik ve düzgün semt otoparkları.

O zaman düzgün park etmeyene kesin cezayı.

Şimdi değil.


Kategoriler
Köşe Yazılarım

Can Bonibon Reklamında mı Oynayacak?

İtiraf edeyim, okuyacaklarınızın başlıkla bir ilgisi yok!

Ama bir o kadar da var…

xxx

Bu ülkede en kolay yaptığımız “şey” insanları harcamak.

Neymiş efendim “Can Bonomo” Yahudi imiş, illuminati tarikatının gönderdiği biriymiş…

Klibindeki simgeler buna delaletmiş.

Kategoriler
Köşe Yazılarım

Siyah ve Beyazın Acı Oyunu: Şiddet

Bugünlerde sağlık çalışanlarının gözleri nemli.

Şiddetin ve döner bıçaklarının kol gezdiği hastane koridorlarında sessiz bir hüzün hakim.

Beyaz önlüğün saflığı, temizliği ve hassasiyetinin hüznü bu durum.

Demişti ya şair;

“Tüm renkler kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” diye.

Kategoriler
Köşe Yazılarım

Gözleriniz dolarak okuyacaksınız!

Mübadele…

İzmirliler’in büyük çoğunluğunun gönlünde kalan bir kenttir Selanik. Görmemişizdir, gitmemişizdir ama hep gönlümüzdedir. İzmir’e çok benzediği söylenir durur.

Atamızın doğum yeridir.

İzmirliler Selaniklilerin, Selanikliler İzmirlilerin manevi hemşehrisidir.

Kısacası mazisi çoktur bizim için.

Bu hafta sizlerle Erol Uzsoy’un kaleminden gerçekten yaşanmış bir hikayeyi aktarmak istedim. Hikaye’de adı geçen İsmail Hoca, benim büyük dedemdir…

Satırları Erol Uzsoy’a bırakıyorum.

Müezzin İsmail Efendi yıllardır her gün 5 defa çıktığı minareye bu defa adımlarını zorlukla atarak yavaş yavaş çıktı. Gecenin sessizliği ve serinliği içinde ovanın karanlığına, aşağıdaki evlerdeki zayıf ışıklara baktı. Daha önce yüzlerce defa okudugu ezanın, atalarının yuzyıllardır yaşadığı bu küçük kasabada son defa yankılanacağını düşünerek ellerini kulaklarına götürdü. Derin bir iç geçirerek gözlerini kapattı. Sicim gibi yaşlar kır düşmüş sakallarına doğru süzülürken agir, yanık bir sesle yatsı ezanını okumaya başladı.

Yağ kandilleri ile aydınlatılmış camide imam efendi ve cemaat, başları öne eğilmiş, gözlerinden süzülen yaşlarla İsmail Efendinin okuduğu yatsı ezanını son defa dinlediler. Kasabanin en uçtaki evlerine kadar bütün kasabalılar ayni hüzün ve sessizlikle başları önlerinde ezanın bitmesini beklediler.

ismail-hoca-242x300İmam Şefik Efendi son rekatı kıldırıp selam verdiğinde cemaatin hıçkırıkları sessizliğin içinde yankılanırken, sanki yarın her biri bir tarafa dağılmayacak, belki de birbirlerini bir daha hiç görmeyeceklerini düşünmeden, herkes başı önde, kafalarında binbir düşünce evinin yolunu tuttu.

Cemaatin tamamı dağılınca Şefik Efendi, kapıda dikilen Müezzin İsmail Efendiden başka kimsenin kalmadığını gördü. “Sen de gidebilirsin İsmail Efendi” dedi. “Kapıyı ben kapatırım.” İsmail Efendi boğazına düğümlenen acıyla hiç bir şey diyemeden ağır adımlarla çıktı.

İmam Şefik Efendi, cübbesi ile olduğu yere çöktü, sarığını çıkardı. Küçücük bir çocukken dedesi ile bu camiye geldiklerini, camide kılınan bayram namazlarını, avludaki bayramlaşmaları, cami hocasından gördüğü dersleri aklından geçirdi. Birisi bu tarihi camide son namazı kendisinin kıldıracağını söylese idi herhalde kötü bir rüya diye düşünürdü.  Ama işte; önce söylenti şeklinde duydukları, sonra jandarma kumandanı ve cemaat liderleri tarafından da resmen bildirilen o gün gelmişti. Yüzyıllardır yaşadıkları, bütün atalarının gömülü olduğu bu toprakları yarın terk edeceklerdi. Bu tarihi camide son namazı kıldırmak da ona düşmüştü.

Çöktüğü yerden yavaşca kalktı. Kandilleri tek tek söndürdü. Son kalan kandilin titrek ışığında minbere çıktı. Bohçanın içinde sarılı kuranı öpüp başına koyduktan sonra koynuna soktu. Ağır adımlarla dışarı çıkarak halının altındaki kocaman anahtarla kapıyı her zamanki gibi iki kere kilitledi. Gecenin serinliğinde içinden, ”Allah yardımcımız olsun, camimiz de atalarımızın ruhlarına emanet olsun” diyerek gözlerinden süzülen yaşlarla, ağır adımlarla  karanlığın içinde kayboldu.